Cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçiminin sonuçlandığı akşam, vefat eden bir ablanın taziyeevindeydik.
Merhumenin oğlu bir yazardı ve kimi koltuklarda kimi yerde halının üzerinde oturan küçük kalabalığa anlatıyordu:
“Ben doğuluyum.
Kırk beş yılık evliliklerinde ve kırk dört yıllık hayatımda babamın anneme veya annemin babama ‘seni seviyorum’ dediğini hiç duymadım.
Ama onların birbirlerinin ‘vazgeçilmezi’ olduğunu çok iyi biliyordum.
‘Daha önce başkalarına (seni seviyorum) demiştim ama seni tanıyınca yalan söylediğimi anladım. Çünkü o zamanlar aşkın nasıl bir duygu olduğunu bilmiyormuşum’ gibi süslü ve kısa ömürlü aşk sözcükleri yerine, ömürlük suskun ve sessiz dayanışmanın coğrafyasıdır Anadolu.
Babalar Günü’nü, Anneler Günü’nü, Sevgililer Günü’nü bütün yıla dengeli yayabilmiş arif insanlar beldesidir.
Bakın size bir örnek anlatayım:
Babam, bir sabah, küçük bir mide ağrısı sebebiyle rahmetli annemi… (kısa bir sessizlik, yutkunma, ağlamayı tehir etme arasından sonra) –ilk kez annem için “rahmetli” demek zor geldi; ne diyordum- babam annemi apar topar köyden Sarıkamış’a, doktora götürmüştü.
Öğleden sonra köy minibüsüne doğru giderlerken, kaldırımda bir kestaneci görmüşler. Daha doğrusu babam, annemin kestaneciye baktığını görmüş.
- Alayım mı, demiş.
Annem ses çıkarmamış.
Babam, ‘Bu sessizlik kabul etmek anlamına gelir’ diye düşünerek kestanecinin yanına gitmiş.
Kestaneyi tarttırmış, sıcak paketi anneme uzatmış ve minibüsün yanına gelmişler.
- Sen git, demiş babam. Benim biraz işim var, sonra geleceğim.
Yazar ağabey konuşmasına bu noktada ara verip, artık iyice soğuyan çay bardağına uzanınca tebessümle dedim ki:
- Babanız annenize “Yağmur gibi sev beni, kaçmak mümkün olmasın” demese de olurmuş. Yaptığı hareket aşkın en kıymetlisi…