Konakların ve sokakların ressamı

Ahmet Yakupoğlu bir ömür Kütahya manzaralarını tuvaline aktardı. Çizilen kıymetler yok olsa da resimler hatıra kaldı.
İrfan Özfatura
Ahmet Yakupoğlu (hemşehrilerinin tabiriyle Ressam Ahmet) 97 yıllık ömrüne çok şey sığdırdı. Kütahya’da girmediği sokak, çizmediği konak kalmadı.
Sehpasını omzuna vurdu, boyalarını heybesine attı, ıssız kuytularda çobanlarla azık paylaştı. Dem bu demdi, eli ayağı tutarken daha çok resim yapmalıydı. Kütahyalı ona alışmıştı, iri kareli oduncu gömleğini uzaktan fark eder “Aaa Ressam Ahmet” derlerdi, “desene yine bir virane yakaladı!”
Ressam Ahmet resimlerine imza atmayacak kadar mütevazıydı, halbuki kendisi Hoca Ali Rıza üslubunu yaşatan ender sanatkârlardandı. Eskiz filan çizmez direkt boyamaya başlardı. Bilhassa gün ışığını aksettirmeye çalışır, resmine bakan sabah güneşi mi, ikindi kızıllığı mı anlardı.
Ressam Ahmet dost meclislerinde “Eğer Allah-ü teâlâ murat ederse insanın ayağına Süheyl Ünver gibi bir ustayı yollar, sahipsiz bir gencin ufkunu açar” derdi.
Süheyl Ünver onunla Vahit Paşa kütüphanesinde karşılaşacak, alıp İstanbul’a götürecek, evinde ağırlayacak, güzel sanatlara yazdıracak ve eliyle Feyhaman Duran’a emanet edip, ünlülerle tanıştıracaktı.
1940’ların İstanbul’undan bahsediyoruz ki pek çok Osmanlı sanatkârı daha hayattaydı. Gençleri muhatap alıyor öğretmekten imtina etmiyorlardı.
Trafik yoktu, direk, anten, çöp konteynırı, reklam panosu bulunmazdı. İstanbul’un fıstık çamları, erguvanlar, mor salkımlar, asmalı kahvelerle bezeli olduğu yıllardı.
Ahmet Yakupoğlu askerlik yaptığı yıllarda bile resimden kopmadı, Ankara, İskenderun ve Antakya’da da aynı hızla çalıştı. İftara gittiği evin camından manzara görse oturur tablosunu yapardı
SUYA DAYANAMAZDI
Ressam Ahmet’in çeşmelere, değirmenlere, sebillere, şadırvanlara, havuzlara, fıskiyelere hususi bir meyli vardı. Belki de bu yüzden adı “suların ressamı”na çıktı.
Tabii şimdi o eski pınarlar, gözeler de kalmadı.
Zaten onun resimleri memleketin hafızasıydı.
Ahmet Yakupoğlu’nun resim serüveni mimarimizin eşsiz örneklerini barındıran Bursa, İznik, Konya, Amasya’ya da uzandı, yüzlerce caminin, medresenin, konağın resmini yaptı.
İstanbul mu? Bir ayağı oradaydı zaten, Dersaadet’e âşıktı.
Ressam Ahmet paraya pula değer vermez, eserlerini hevesli gençlere çocuklara hediye ederdi. Meraklılara resim, minyatür, tezhip dersleri verirdi. Bu arada Kütahya’ya şirin bir tepeden bakan, biblo endamlı “Çini camii” inşaasını deruhte etti, türbeleri elden geçirdi. Yeşile çok meraklıydı defalarca ağaçlandırma kampanyası başlattı, yamaçları çamla, çimle donattı.
Kütahyalılar da ona sahip çıktılar, sıcak çorba getirdiler, çamaşırlarını yıkadılar, mekteplere adını koydular. Ressam Ahmet son yıllarında İzmir’e taşındı, sanki buna biraz alındılar.
TOKİ SAHİP ÇIKTI
Ahmet Yakupoğlu ecdadı gibi yaşadı, cumbalı, kafesli, eli böğründeli bir Türk evi yaptırdı. Sedirler, şilteler, ot minderler, kilimler yaydı, dostlarını mangal başında ağırladı.
Elden giden kıymetler onu çok üzüyordu. Bir zamanlar milletin burun kıvırdığı eşyaları toplattı. Hava Er Eğitim Tugayını bile müze sahibi yaptı.
Ve TOKİ bu ustayı unutmadı. Takriben 2. 500 tablosunu ki- taplaştırarak önemli bir kültür hizmetine imza attı.
Ancak Ressam Ahmet, kitabın neşrinden sadece iki hafta evvel vefat etti, bu mutluluğu yaşayamadı.
Adı geçen çalışmaya Nafi Güral, Mustafa Kıratlı, Tuncer Türkkan, M.Uğur Derman, Semih İrteş, Mamure Öz, Filiz Bengi, Fatma Kesgün, İsmail Kara, Mustafa Cengiz ve Alpaslan Babaoğlu gibi koleksiyon sahipleri destek oldu.
Türkpetrol Vakfı, Süleymaniye Kütüphanesi, Gülbün Mesara, Dürdane Ünver, Çiçek Derman ve Sinan Uluant da arşivlerini açarak katıldı.
Ömer Faruk Şerifoğlu ise elindeki eserleri paylaşmakla kalmadı kitabın editörlüğünü de yaptı. Hıdırlık’tan Ahırardı’na, Maltepe’den Lala Hüseyin Paşa’ya, Beşikkaya’dan Çavdarhisar’a, Tavşanlı sokaklarından Simav mesirelerine geniş külliyatı toplamayı başardı.