Hayati İnanç: Divan edebiyatı psikoterapi gibi

Eski edebiyatçılardan birçok kişisel gelişim mottosu kazanabileceğimizi söyleyen İnanç: “Zillete düşmemek için Şeyh Galib ikaz ediyor, kibre karşı da Mevlana sesleniyor”
MURAT ÖZTEKİN
Hayati İnanç, kitapları ve televizyon programlarıyla, kökleri ihtişamlı günlerde olan dünyaya bizi taşıyan, yakından tanıdığımız bir divan edebiyatı sevdalısı. O eski âlemin bir tezahürü olan sıcak üslubuyla, Baki’den bir beyitle başlıyor konuşmaya, sonrasında Nabi Efendi’ler, Şeyh Galipler, Fuzuliler eşlik ediyor size. Kaçırsanız da bazı kelimeleri, belki anlamasanız da kimi ibareleri; şiirin sihrine kapılıyorsunuz, başka bir âlemin içerisinde buluyorsunuz kendinizi. Hafızasında yedi binden fazla beyit barındıran, engin bir derya olan İnanç’la, hayatını, divan edebiyatını ve eski ‘şaşaalı’ günleri konuştuk…
Öncelikle aile kökeninizle başlamak istiyorum. Çok uzaklardan geliyormuşsunuz galiba?
Evet öyle. 1850’li yıllarda Muğla’nın Ortaca ilçesinden bir kişi hacca gidiyor. Medine pazarından ismi Seyyid Hüseyin olan 15 yaşındaki bir Sudanlı köleyi satın alıyor. Bu köle benim dedemin dedesinin babası oluyor. O devirde bir âdet varmış; insanlar hacca gittiklerine delil olarak köle satın alıp getirirlermiş. Belli bir yaşa gelince de onu azat edip, evlendirirlermiş. Köle azat etmek çok sevapmış zira. Dedemin hikâyesi de böyle olmuş. Şimdi ‘köle’ denince akıllara farklı şeyler geliyor ama Osmanlı’daki kölelik sistemi günümüzde anlaşılandan çok farklı. Mesela, Sultan Kanuni devri sadrazamı Sokullu Mehmed Paşa, bir köleydi ve ömrünün sonuna kadar öyle kaldı. Bir köle dünyanın süper gücünün sadrazamı yani başbakanı olabiliyordu.
Peki, divan edebiyatına olan merakınız nasıl başladı?
Malum Anadolu’da çocukları daha ilk mektepte Kur’an kurslarına gönderirler. Ben de bir yaz, kursa gönderilmiştim. Kısa müddet zarfında eski harflerle okumayı öğrendim. O küçük yaşımda süratle Kur’an okumayı öğrenmeme ise çok şaşırdım. Zira bize okullarda hep eski harflerin zor öğrenildiği anlatılmıştı. Hoca efendiye sordum: “Bugüne kadar bize mi yalan söylendi, yoksa ben mi çok akıllıyım?” Hoca efendi de bana gülümseyerek “İkisi de doğru yavrum” diye cevap verdi. Eski harfleri okumaya başladıktan sonra kelimelere daha başka bakar oldum, kökenleri dikkatimi çekti. Arapça ve Farsçadan çok sayıda kelime dilimizde yer alıyordu ve her biri farklı bir renge sahipti. Mesela “kütüb” Arapça kitaplar demek, “hâne” ise Farsçadan geliyor. İkisi birleşip Türkçe kitapların konulduğu mekân demek olan “kütüphane“ kelimesini meydana getiriyor. Bu üç lisanın renkli birleşimini keşfetmem beni çok tesir altında bıraktı.
Sonra, babam da arzuhâlci idi. Cemiyetin çeşitli kesimlerinden insanlarla oturup kalktığı için ağzından eski beyit ve kelimeler eksik olmazdı. Bir gün yine, “Bende yok sabr-u sükûn, sende vefadan zerre...” diye beyit söylemeye başladı. Babama tekrarlattırıp, not aldım. Araştırıp, manasını öğrendim; Nabi’nin bir şiiriymiş. Ardından sürekli eski beyit ve kelimelere bakar oldum. Tabii hukuk tahsil etmeye başlayınca bu merakım beslendi. Malumunuz hukukta, esaslı kelimelerin olduğu, zengin bir Türkçe kullanılıyor. Bilmediğim her kelime için lügate bakıyordum. Böylece klasik Türk edebiyatına alakam katlanarak devam etti.
BİR BEYİTTE ROMAN ÖZETİ
Peki klasik Türk edebiyatı bizim için ne ifade ediyor?
İslam’la terbiye olmuş Türk’ün hayata geçirdiği prensipleri, duyuşları ifade ediş biçimidir klasik Türk edebiyatı. Fevkalade formeldir, kompleks kuralları vardır. Fakat manası samimi bir Müslümanın haykırışıdır. Tamam, Arap, Fars ve Hint edebiyatının tesiri altında kalmıştır ama kendine has bir üslup meydana getirmiştir. Klasik edebiyatta özlü söylemek, ağır söylemek esastır. Eskiler öyle uzun uzun yazmayı sevmezlerdi, bir beyitte roman özeti verebilirlerdi insana. Muazzam estetik kaideleri vardı. Bunlar insanın zihnini de terbiye ediyor. “Fâilâtün fâilâtün fâilün…” gibi bir ölçü içerisinde ifade ediliyor, söz buna paralel bir şekilde gidiyor ve bunu hissediyorsunuz. Sonra buna alışınca muhatabınızın sözündeki dengesizlik hemen dikkatinizi çekiyor. Bu ise insanı güzel konuşmaya ve düşünmeye itiyor. Günümüzde her manaya gelebilecek ifadeleri kullanıyor, zaten çok fazla kelime de bilmiyor. Hâl böyle olunca da kalıcı metinler ortaya çıkmıyor. Oysa kütüphanelerimiz bunun tam tersi eserlerle dolu. Ama biz onlara bakamıyoruz, şimdi çok işimiz var, vaktimiz olmadı… Kendi kütüphanelerimizdeki, kendi lisanımızla yazılmış kitapları göremiyoruz.
"SİHR-İ HELAL"
Bakabilsek ne göreceğiz o kitaplarda?
Divan edebiyatı, öncelikle sevildiğimizi ama yanlış yapmamamız gerektiğini öğretiyor. Her türlü kompleksten arınmamızı hatırlatıyor. Zillete düşmemek için, “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen” diye ikaz ediyor Şeyh Galib; kendimizde bir şeyler vehmetmeye karşı da hazreti Mevlana, “Toprak ol, bağrında güller yetişsin” diye sesleniyor. Kendinizi aşağılamaya da, yüksekten uçmanıza da mani oluyor. Bir nevi psikoterapi gibi esasında. Nabi, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Alvarlı Efe, Ziya Paşa gibi isimlerden kazanılabilecek kişisel gelişim mottoları az değil. Bizde şairler, vaiz ve mürşit değildir ama saadetin şakıyan bülbülleridir. Bir bülbül gibi cennetin güzelliğini anlatır. Adem’in anavatanından bahsedince de insanın hoşuna gidiyor tabii. Anlamasan bile beğeniyorsun yani.
Şiir insanları bir yere sevk etmekte de çok tesirli. Eskiler şiire, “sihr-i helal” yani helal olan sihir demişler. Hakikaten de öyle. Bazen bir şiire bakıyorsun birkaç mana aynı anda çıkıyor, tersten okuyorsun başka şeyle karşılaşıyorsunuz.
Peki, bu ihtişamlı edebiyatla aramızdaki duvar nasıl kırılabilir?
Şimdilerde akıllı cihazların mahkûmu, karşısındakinin yüzüne bakamayan bir nesil mevcut. Bunu kırmak, kolay bir şey değil ama elzem. Önce şunu kabul etmek gerekiyor; Osmanlıca yabancı bir lisan değil bize ait. İşe buradan başlamak lazım. Şimdi yabancı lisanla yıllarca meşgul oluyoruz ama kendi lisanımız Osmanlıcaya dönüp bakmıyoruz, biraz çaba sarf etmek gerek. Sonrası gelecektir zaten.
Kelimeleri katlettik dil öğrenemiyoruz
Yazar Hayati İnanç, “Osmanlı’nın son devrinde yetişmiş lise mezunu biri Fransızca gibi zor bir lisanı 2 senede, klasikleri okuyabilecek bir seviyede öğrenebiliyordu” diyor ve devam ediyor: “Yahya Kemal, Necip Fazıl gibi isimler Fransızcayı hep böyle kolayca öğrendiler. 90’lara geldiğimizde ise Fransızcadan daha kolay olduğu kesin olan İngilizce, mecburi ders olarak 20 sene okunuyor fakat iki kelam edilemiyor. Bugün internetin dili İngilizce olmasına, her tarafta kurslar yer almasına rağmen lisan öğrenemiyorsak bunun bir izahı olmalı. O günden günümüze, IQ seviyemizde vahim bir düşüş olduğunu söyleyemeyeceğimize göre sebebi başka yerlerde aramak lazım. Hakikat şu; şimdiki Türkçe o kadar zayıf ki öğrenmeye çalıştığınız lisan sizi eziyor. Öğreneceğiniz dilde yer alan kelimelere karşılık bulamıyorsunuz. Hâl böyle olunca da öğrenmeniz zorlaşıyor.
Bu zayıflığa da dile taarruz edilerek yapılan devrimler sebep oldu. ‘İmkân demeyeceksin kardeşim olanak diyeceksin…’ diye başlayan bu safha bizi mahvetti. Şeref, haysiyet, gurur, kibir, izzetinefis, namus, iftihar… Şimdi bu yedi kelimenin yerine bir tane kelime dayatılıyor: “Onur”. Bunların arasında nüanslar var, hangisinin yerine kullanacaksınız? Bir kişiye menfi manası olan kibirli demek için de onurlu diyorsun, müspet manası olan haysiyetli derken de… Bunun neticesinde de anlayamıyor ve anlaşamıyoruz. Kelimelerin yetmediği yerde yumruklar konuşuyor tabii. Bir başka misal: aleni, bariz, aşikâr, ayan, bedihî, vazıh, sarih, müstehcen, münhal, üryan, meftuh… Aralarında çok sayıda nüans bulunan bu on bir kelime şimdi sadece “açık”la ifade edilir oldu. Kelimeler azalınca, düşünme de daralıyor. Bu ise bizi yokluğa sürüklüyor.
Mahkemede beyit okumuyorum
Aslında avukatsınız, müvekkillerinizi beyitlerle müdafaa ettiğiniz oluyor mu?
İşime divan edebiyatı o kadar tesir etmiyor. Beyit okuyarak hâkime savunma yapmadım ama divan edebiyatının kelimeleri ve ruhu sözlerime yansıyor. Hâkimler de, “Neden mahkemede beyit okumuyorsunuz” diye bana sual etmişlerdi. Ben de onlara “Siz hakimler iyi dinlersiniz fakat vereceğiniz karardan da vazgeçmezsiniz” dedim.
Çağdaş edebiyatçılardan, divan edebiyatının kokusunu aldığınız isimler var mı?
Ömür Ceylan, Savaş Barkçin, Süleyman Arif Emre, İskender Pala gibi isimler bu kokuyu taşımak için bir hizmet ifa ediyor. Fakat günümüzde divan edebiyatıyla uğraşanlar çok fazla değil. Aslında bakarsanız tekrarına da lüzum yok. Belki yeni bir üslup kurulabilir fakat bu, eskiyi bilmeden yapılamaz.