Ankara’da, soylu bir aileden geriye kalan hüzünlü bir evdeyiz. Buyurun birlikte içeri girelim:
Berjerde oturan evin yaşlı hanımefendisi, üzgün ve dalgın bir suratla pencereden dışarıya bakıyor.
Kahvesini sehpaya koyan hizmetçi saygıyla çekilirken, kapı zilinin çalmasıyla adımlarını hızlandırıyor.
Kapı önünden hizmetçi ile bir adamın konuşmaları odaya ulaşıyor ama ne konuştukları seçilmiyor.
Az sonra hizmetçi oda kapısında, elleri önünde bağlı, saygıyla dikiliyor:
- Bir beyefendi Adapazarı’ndan geldiğini ve sizi görmek istediğini söylüyor efendim. Kuyumcuymuş.
- Lütfen alın içeri, diyor.
- Buyurunuz efendim; sebeb-i ziyaretiniz nedir?
Yüzüğün o günkü değeri beş bin lira civarındaydı ve bu para hanımefendide yoktu. Kuyumcu içine doğmuş gibi şöyle diyor:
Hanımefendi fincanı, misafiri su bardağını aynı anda önlerindeki sehpaya bırakıyor.
- Hayır evladım, o yüzük çalınmadı. Beyimin bu kıymetli hatırasını parmağımdan hiç çıkarmazdım ki çalınsın.
- Rahmetli beyim, Sultan 2. Abdülhamid Han’ın değerli eşi Müşfika Sultan ve kızı Ayşe Sultan’ın kiralarını ödüyordu. Bana da vasiyet etti, kendisinden sonra bu ödemeye devam etmemi istedi. Fakat onun vefatından sonra fakir düştük. İki kıymetli hanımefendinin kirasını ödeyemez hâle geldim. İçim yansa da merhum eşimin vasiyetini hatırasına tercih etmek zorunda kaldım. Yüzüğü sattım ve beş kiralarını peşin ödedim.
Yaşlı kadın yüzüğü almadan önce sehpanın üzerindeki kitabın yanında duran yakın gözlüğünü aldı, burnunun ucuna yerleştirdi, sonra titreyen parmaklarıyla yüzüğü kutusundan çıkarıp pencereden gelen ışığa doğru tuttu.
İçindeki yazıyı okuyunca, gözlerinden hızla kopan iki damla yaştan soldaki tam yüzüğün üzerine düştü.