Özal'dan sonra boşluğu asker doldurdu

Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal'ın bir dönem dış politika danışmanlığını yapan Sanberk, 'Özal'dan sonra boşluğu asker doldurdu'.
Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal'ın bir dönem dış politika danışmanlığını yapan Sanberk, "Ondan sonra siyasi lider eksikliği yaşandı. Sivillerle sağlıklı irtibat kopunca asker inisiyatifi ele aldı" dedi. Özdem Sanberk, Dışişleri müsteşarlığı, büyükelçilik gibi çeşitli görevlerde bulunmuş eski bir diplomat. Aynı zamanda Turgut Özal'a danışmanlık yapmış biri. Sanberk halen, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu'nun (USAK) başında. Bodrum'da buluştuğumuz Sanberk, Özal'ın ölümünden sonra iktidarı, askerin ele aldığını söylüyor. 2005'in 'Afrika yılı' ilan edilmesinin Türkiye'nin AB macerasına darbe vurduğunu belirten emekli büyükelçiye göre, Kürt sorununda Başbakan Erdoğan doğru yolda ilerliyor.Türkiye'nin askeri darbe dönemlerini hariciyede nasıl deneyimlerle yaşadınız?
70'li yıllarda memuriyette başkâtipken çok da etkilemiyordu; ama büyükelçi olduktan sonra tabii ki önemliydi. Paris'ten döndüğümde, 1985'te Özal'ın yanında görev yaptım. İki yıl dış politika danışmanı olarak rahmetli Gündüz Aktan, Cem Duna ve ben, Özal'la çalıştık. Özal'ın askerlerle olan ilişkisini ustalıkla yönetmesi, benim için büyük bir tecrübedir.
Nasıl yönetti?
Asker, gelenekleri itibariyle, "Biz bu Cumhuriyet'in kurucusuyuz" der. Askerler, değişimin, Atatürk'ün en temel miraslarından biri olduğunu iyi göremedi. Özal, ampirik bir devlet adamıydı. Olaydan olguya gidiyordu. Askerleri bu yönüyle teslim aldı!
Nasıl aldı, çetin bir mücadele mi verdi?
Özal çok çetin mücadeleye giren birisi değildi. Sufi bir yanı vardı. Zekâsı, cesareti ve bilgisiyle askerlere önderlik etti. Askerlerle diyalog kanallarını açtı. Bu yönüyle askerin demokrasi kavramı da inkişaf etti. Özal her zaman uzun vadeli politika yürütmeyi yeğledi. Bu yüzden sıkıntı çekti.
Darbe dönemlerine dönersek, 28 Şubat'ı nasıl yaşadınız?
O sırada Londra'daydım. Çok iyi bilmiyorum ama 28 Şubat'ı, Özal'ın ölümünden sonra askerlerin siyasi liderden yoksun olmalarına bağlıyorum. Demirel-Erdal İnönü koalisyonuyla askerin sivillerle sağlıklı irtibatı koptu. İcraat yapılmayınca, asker kendi icraatını kendi yapmaya başladı! 1993'te Özal öldükten sonra, asker inisiyatifi aldı.
Demirel, 1980 askeri darbesinde yaşadıklarından da hareketle, askerden korktu mu?
Askerle ciddi bir anlaşmazlığa girmek istemedi.
1993'ü de kapsayan o yıllarda Güneydoğu'da Kürtlere yönelik ciddi bir baskı da var. Siz de o sırada Londra'da diplomatsınız.
Londra'daki mesaim, zaman zaman yüzde 80 civarında, bu olaylarla uğraşmakla geçti. Çok önemli bir Kürt toplumu var Londra'da. Önemli bir kısmı PKK sempatizanı olmuş.Türk devletine karşı, çok ciddi bir siyasi mücadele meydana gelmişti. Çünkü diyalog kopmuş. Benim Özal'dan gördüğüm, bu tür mücadelelerde dalaşarak değil diyalogla iletişim kurmak gerektiğiydi. O zaman, sefaretin önünde, PKK ayrı, DHKP-C ayrı, Kıbrıslı Rumlar ayrı, Ermeniler ayrı eylemler yapıyordu. Sadece Londra'da değil, bütün Türk temsilciliklerinde, adeta diasporaların hedefi halindeydik. Londra'da Özal'ın yaklaşımını uygulamaya çalıştım. Protesto edenleri, mümkün olduğu ölçüde muhatap aldım. O insanlara güvenmekti, önemli olan. O insanın bir derdi var. Seni düşman biliyor, hâlbuki sen onun düşmanı değilsin.
Ne asker, ne de sivil kendini AB'ye ait gördü
90'lardan itibaren, özellikle de 28 Şubat sürecinde, asker, hariciyede ağırlığını hissettirdi mi?
Her zaman hissettirdi. Asker ve hariciye, dış politikada farklı düşünmez, iç politikadan da bahsetmez. Benim müsteşarlık dönemim, 1991-95 dönemidir. Aşağı yukarı haftada bir, Genelkurmay'ın tüm yetkili komutanlarıyla Kıbrıs meselesi, Ermeni meselesi, Orta Doğu, NATO ve güvenlik ağırlıklı öteki dış konular üzerinde bakanlıktaki genel müdürlerle, bazıları yemekli toplantılar yapılırdı. En az ayda bir kere de Genelkurmay Başkanı ile beraber olurduk. Doğan Güreş ve İsmail Hakkı Karadayı paşalarla çok yakın çalıştık. Askerlerin dış işleriyle bir sorunu olmadı.
Avrupa Birliği ve Kıbrıs konularında çatışmıyor muydunuz?
Asker, Avrupa Birliği'ne karşı değil; ama şöyle diyor: "Şartlar ne olursa olsun, AB'ye girelim' görüşünü kabul etmiyoruz." Bütün mesele şu: Türkiye, AB'yi bütünleşme projesini hiçbir zaman anlamadı! Kendini bu projeye ait görmedi. Ne asker anladı, ne sivil anladı!
Kıbrıs?
Aynı şekilde, Kıbrıs meselesinin çözümünün getirisi, ne siviller tarafından ne de asker tarafından anlaşılabildi. Bunu Özal anlamıştı.
Başbakan Erdoğan, askerin bütün direncine rağmen, 2004'te Annan Planı'na yani çözüme destek verdiklerini açıklamıştı.
Erdoğan destek verdi ama sonradan o desteğin karşısında Avrupalılardan gördüğü muamele, AB'nin verdiği sözleri tutmaması, kendi koydukları kuralları da ihlal ederek Kıbrıs Rum tarafını kabul etmeleri herkes gibi Erdoğan'ı isyan ettirdi. Askerleri de isyan ettirdi. Mesele, bu değil ama… Türkiye kendi çıkarının bu işin çözümünde olduğunu anlamalı.
2005'TE BİN YILLIK ÖNYARGI DUVARINI YIKMIŞTIK
AB'ye avantaj sağlamışken, Afrika Yılı ilanı çelişki oldu
Erdoğan, 2002'de, hükümeti daha kurmadan, iktidarının dördüncü gününde TESEV'den sizi ve Can Paker'i Ankara'ya çağırıp AB hakkında brifing alıyor.
Orada Erdoğan'ın bu konuda çok ciddi bir siyasi iradeye sahip olduğunu gördüm. "Bunu birinci önceliği haline getirirse, siyasi aklını buraya kanalize ederse büyük adımlar atarız"diye düşündüm. İlk dört sene de böyle oldu. Biz o hızla, 2004'ün 17 Aralık'ında, 2005'te müzakere açma sözü aldık. 2005'in 3 Ekim'in de müzakereler açıldı. Bu, bin yıllık bir önyargı duvarının yıkılması demekti. Avrupa Birliği, 1991'de Sovyetler dağılmasıyla birlikte, yeni bir strateji bir strateji benimsedi.
Neydi o?
Eski ve yeni Avrupa'yı içine alan bütün ülkeler, Bulgaristan'a kadar, kıtanın coğrafi sınırlarıyla birleşecekti. O coğrafi sınır, Edirne'yi içine almıyordu. Kopenhag Kriterleri de aslında o ülkelere göre dikilmiş bir elbiseydi. Türkiye 2004'te AB'yi, kültürel ve tarihi bakımdan kendisinin karşıtı olan büyük bir Müslüman ülkeyle tam üyelik müzakerelerine başlama kararı aldırtarak bin yıllık önyargı duvarını yıktı. Türkiye olarak 2005'te böyle bir avantajı cebimize koyarken; 2005 yılını 'Afrika Yılı' ilan etmemiz yaman bir çelişki oluşturdu! 2005'i, Afrika yılı değil, 'Avrupa yılı' ilan etmemiz gerekirdi.
O sırada içeride askerin de bir direnci var. Hatta iktidarı indirme planları yapıyorlar…
Askerin direnci her zaman var. Ama asker, yakın zamana kadar AB demokratik standartlarının çok gerisindeydi. O standartlara ulaşmak isteyen bir yönetim, askerin de standardını değiştirmek durumunda. O zaman ister istemez asker sivil ilişkilerinde gerginlikler yaşanıyor! Bu gerginliklerin karşılıklı cepheleşmeye gitmeden giderilmesi önemli. TSK'nın bugün artık tamamen AB demokratik standartlarına ulaşmasıyla Erdoğan'ın da askerle cepheleşmeye gitmediğini görüyoruz.
Bu sorunu diplomatlık döneminde yakinen gözlemlemiş birisi olarak, Kürt sorununda, bulunduğumuz yeri nasıl tarif edersiniz?
6-7 aydır bir terör olayı olmuyor. Bundan sonra da olacağını sanmıyorum. Burada adım atmak yetmiyor. Adımının arkasında sürekli durmak lazım. Kürt sorununun çözümü süreci devam edecek. Muhakkak ki asfalt yolda giden bir lüks araba gibi değil ama engebeli bir arazide yol alan traktör gibi ine çıka devam edecektir. Bunun devam edebilmesi için önceliklerden sapmamak gerekiyor.
O.Doğu'da hareket alanımızı kapattık
"Türkiye'nin Orta Doğu politikasında ideolojinin rol oynadığı yolunda algılar oluştu. Bu algıların silinmesi gerekiyor."
Barış, Özal'ın da hayaliydi. Ömrü vefa etmedi. Erdoğan, Kürt sorununu çözebilir mi?
Ben çözeceğine inanıyorum. Karşı fikirdekiler, "Bunun muhtevasını biliyor musun da, böyle düşünüyorsun" diyorlar. Haklılar. Ben bilmiyorum, bilen olduğunu da zannetmiyorum. Ben de barışa giden yolların tıkalı olduğunu görüyorum; ama tıkalı yolları açmak, ancak o yolda yürümekle mümkün olur. Erdoğan bu yoldan yürüyor. O yürüdükçe de o yol açılıyor. Yürümekten vazgeçerse kapalı kalmaya devam eder. Diğer yandan PYD-El Nusra çatışmasına baktığımızda da PYD'yi başta, Talabani ve Barzani'ye yaptığımız gibi yok saymıştık. O zaman baştan yanlış yapmıştık. Şimdi aynı yanlışı tekrarlamayalım.
Neydi yanlış olan?
Türkiye'nin bölgede herkesle diyalog kuran bir politikası vardı. Araya duygusallık girdi. Bu bölgede kimseye "Ben artık seninle konuşmuyorum" denilemez. Esed, kalıcı gözüküyor. Özgür Suriye Ordusu'nu ayağa kaldırmaya çalıştık; ama El Kaide'nin uzantısı olan El Nusra'yı küçümsedik. Bir köşe yazarımızın dediği gibi, El Kaide ile iş yapan yanar. Onların dertleri başka. Orada PYD'yi, Esed'i devirmek için kullanmak, bir çelişki. Bu mümkün de değil. PYD'nin derdi de Esed değil. Türkiye, Orta Doğu politikalarında büyük zorluklar yaşıyor. Sorunları çözmeye gayret edemiyoruz; çünkü çözüm araçları olan diyalog yollarını kendi elimizle kapattık. Hareket alanımız daraldı. Bu alanı yeniden kazanmamız lazım.
Mısır'da?
Bütün Arap ayaklanmaları sırasında olduğu gibi Mısır'da da diktatörleri deviren bir harekete destek vererek, Türkiye stratejik bakımdan doğru olanı yaptı. Ama şimdi yumurtaların üzerinde yürüyoruz. Hükümet, kendisini, Arap dünyasına, Müslüman Kardeşler optiğinden bakmaya şartlandırdı. Bu bizi yanılttı.
Ancak orada bir darbe ve sivillere yönelik büyük katliamlar yapıldı. İhvan'a böyle bir durumda destek vermek, önemli değil mi?
Biz Mursi'ye desteğimizi vermeye devam etmeliyiz. Ama Mısır'da inisiyatif üstünlüğünü de kaptırmamamız gerekiyor. AB Temsicisi Ashton, Mursi'yle doğrudan görüşebildiyse Türkiye'nin de Mursi'yle konuşabilmesi lazım. Türkiye'nin Orta Doğu politikasında ideolojinin rol oynadığı yolunda algılar oluştu. Bu algıların silinmesi gerekiyor. Türkiye'nin dış politikasını temelde tayin eden üç faktör var. Bunlar aslında halen geçerli.
Nelerdir onlar?
Türkiye'nin dış politikasını; güvenlik, stratejik ve ekonomik çıkarları tayin eder. Bu bir pragmatizmdir ve gerçekçiliktir. İlkeli politika uygulamak gerçekçilikte uzaklaşmayı gerektirmez. Mısır'a dönersek, İngilizce bir deyim vardır: "Odada bir fil var ve kimse o fili görmek istemiyor." O fil de İsrail. İsrail'in temel endişesi güvenlik. Güvenliğine en büyük tehdidi de İran ve şiddet içeren radikal İslam yani El Kaide olarak görüyor.
Arap monarşileri?
Arap monarşileri de aynı şekilde. Arap baharı, Arap monarşilerine henüz sirayet etmiş değil ama yakındır. Çünkü özgürlükçü demokrasiyle idare edilen ülkeler değil. İsrail'le konuşmadan, siyasete etki eden tüm aktörlerle diyalog kanallarını açık tutmadan etkili dış politika yapılamıyor. Küresel ve bölgesel şartlara kendimizi uyarlayabilmemiz zaruri. Güç kavramının anlamını altüst eden iletişim çağında Obama da dâhil, dünyadaki hiçbir lider kendi gücünü istediği gibi kullanamıyor.